Yargının önüne gelen meselelerle ilgili geç karar vermesi bir yandan kamu yararı bulunan fırsatların kaçmasına neden olurken bir yandan da geri döndürülemez zararlar ortaya çıkarmaktadır. Ancak halk, siyasetçilere karşı son güven mercii olarak yargıyı görmekte; hukuka uyarsızlığın sağlayacağı faydaya karşın gecikmenin getirdiği zararı tercih etmektedir. Genel İdare Usulü Kanunu çıkarılarak yürütmenin hukuka uyarlı ve hızlı karar alabilmesi sağlanmalıdır.
Siyasilerin ‘Yüksek Mahkeme’lerle karşı karşıya gelmesi, Türk siyasi tarihinde yeni bir durum değil. Eskiden 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal da Danıştay’ın yap-işlet-devret projelerine müdahale ettiğinden, özelleştirmeye engel olduğundan şikâyet ederdi. Gerçekten de özelleştirmeler, ihale sözleşmelerinin yapılmasının üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra iptal edilir, işler arapsaçına döner, sapla samanı ayırmak imkânsız hale gelirdi. Memleketin hayati işleri hızlıca yapıldığında hukuka uyarlılıktan, hukuka uyarlı yapıldığında ise zamanında yapılmasından ödün vermek gerekir; ülke her iki halde de büyük zarara uğrardı. Bu büyük oranda halen de böyledir.
Örneğin özelleştirilmesi fikri ilk ortaya atıldığında Türk Telekom’un geliriyle Türkiye’nin dış borçlarının tamamı ödenebilecekti. Türkiye özelleştirmeyi zamanında, hızlı ve hukuka tam uyarlı olarak yapmayı başaramadı, Türk Telekom yine de özelleşti ama bu arada değeri 25 Milyar dolardan 10 Milyar dolar civarına düştü. Şirket bir teknoloji şirketi haline gelemedi; tersine sahip olduğu tekel hakları üzerinden halkı sömüren hantal bir işletme oldu. Değerinin düşmesi bir yana, Türk Telekom o zamanlar teknoloji şirketine dönüşemediği için Türkiye programcı cenneti olma ve milyar dolarlar kazanan ‘start-up’larla dolup taşma potansiyelini de kaçırdı. Yani hukukun etkin ve verimli olmaması ülkemizin hem sağlıklı karar alma yetkinliğini yitirmesine hem para kaybetmesine hem de teknolojik gelişmeden mahrum kalmasına neden oldu.
Bu günlerde Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan da Danıştay’ın geç karar vermesinden, gecikmenin büyük maliyetler getirmesinden ve fırsatların kaçmasından şikâyet etmekte ve bunda haklı. Ancak meselenin bir de öteki yüzü var. Kamuoyu, yürütmenin işleri hukuka harfiyen uyarlı yürüteceğine itimat etmemekte; Yargı’nın, yürütmenin her işlemini ince eleyip sık dokuyarak ve kılı kırk yararak incelemesini, hukuksuzluğun zerresine bile izin vermemesini beklemekte ve bunda haklı.
Ne yazık ki ülkemizde Yargı’nın önüne gelen meseleleri hızlı bir şekilde kavrama, acil meseleleri kısa sürede halletme, davaları tek duruşmada sonlandırma yetkinliği ve alışkanlığı bulunmamakta. Bu durum acil olaylara yargının kısa sürede ve etkin olarak müdahale etmesini önlemekte. Davada isabetli – isabetsiz bir karar verilinceye kadar yıllar geçmekte; bu arada kamu işleri fersah fersah ilerlemiş, köprülerin altından çok sular akmış olmakta. Fakat yargının iptal kararları, hukuki durumu tersine, ilk günkü haline çevrilmesini ve her şeyin ilk günkü haline dönmesini gerektirmekte; hal böyle olunca, yargı kararlarının uygulanması imkânsız hale gelebilmektedir. Demirbank’a el koyma kararının yıllar sonra iptali böyle bir sonuç doğurmuş: sahipleri davayı yıllar sonra kazanmış fakat tasfiye edilmiş olan bankanın iadesi mümkün olmamıştı.
Bir başka örnek ise imar planlarının yargı kararları ile iptali sonrasında çıkmaktadır. Hukuka uyarsız olduğu için imar planı iptal edildiğinde yasal ve ruhsatlı olarak yapılmış binalar yasadışı hale gelmektedir. Birçok turistik beldelerimizin kötü ve yetersiz şehir planlarına sahip olmaları veya hiç sahip olmamaları böyle bir durumun eseridir. Yeni sahiplerinin büyük yatırım yapmasından sonra iptal edilen bir kısım özelleştirmelerde de durum böyledir. Fakat geri döndürülemez bir noktaya geldiği gerekçesiyle yargı kararlarının uygulanamamış olması başka bir garabettir. “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” misali ülkemiz bu durumlarda her zaman öyle ya da böyle, ne yönde hareket ederse etsin zarara uğramaktadır. Başka bir deyişle hukuku sağlamak da hukuka uyarsız olmak da ülkeye ve millete zarar vermektedir.
İşlerin yavaş ve daha az olduğu zamanlarda, günün şartlarına göre ve iyi niyetle kurulmuş olan süreç ve sistemlerin, günümüzün ihtiyaçlarına uymamasının ortaya çıkardığı bu sorunlar bugünün Türkiye’sinde, siyasilerin, yargının ve temelde halkın ayağına dolanmaktadır. Türkiye’nin bu sorunları bir an önce çözmesi gerekmektedir.
Hukuku Çiğnemeden Nasıl Yol Alabiliriz?
Bu olayların bize gösterdiği gerçekler şöyle özetlenebilir:
- Yürütmenin, özellikle ekonomik değeri yüksek konularda hukuka uyarlık konusunda zorlanmakta; kararları hukuka uyarsızlık nedeniyle iptal edilmektedir.
- Yargı, yürütmenin kararlarının hukuka uyarlığının denetiminde oldukça geç ve
gecikmeli karar verebilmekte; sürecin uzunluğu hukuki belirsizlik yaratabilmektedir. - Ekonomik işlerin hukuka uyarsızlıklara ve gecikmelere de tahammülü bulunmamakta;
kamu menfaati önemli ölçüde zarara uğramaktadır. - Bu kötü durum hukukun yürütmeye üstünlüğünden ödün verilmesi ve yürütmenin
yargısal hesapverirliğinin sınırlandırılmasının gerekçesi olarak gösterilmektedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki yürütmenin işleyişinde Danıştay’a (i) yürütmeye danışma ve görüş verme ve (ii) yürütmenin karar ve işlemlerinin hukuka uyarlığının denetimi şeklinde iki işlev verilmiştir. Danıştay’ın yürütmeye danışma ve görüş verme işlevi oldukça nispeten hızlı yürümekte; hukuka uyarlık denetimi davaları ise yıllar almaktadır. Siyasilerin Danıştay’ın hangi işlevinden şikâyet ettiği net olarak belli değildir.
Danıştay’a bu iki işlevin birden verilmesi yürütmenin hukuka uyarlı davranmasına verilen önem sebebiyledir. Fakat eleştirel bir gözle bakıldığında, Danıştay’ın idareye önceden görüş verme işlevinin Danıştay’ı yargısal hukuka uyarlık denetimi işlevi bakımından menfaat çelişkisine düşüreceği Danıştay’ın verdiği görüş doğrultusunda meyledebileceği görülebilir. Bana göre yargısal denetimin eser bile olsa sulandırılmaması için Danıştay’ın yürütmeye danışma ve görüş verme işlevinin kaldırılması gerekir. Fakat bu yürütmenin hukuka uyarlı olması amacından ödün vermeksizin yapılmalıdır. Gerçekten de görüş verme işlevinin temel amacı yürütmenin hukuka uyarlığının bağımsız bir hukuk mercii tarafından daha en başında sağlanması amacıdır.
Dolayısıyla yürütmenin Danıştay’dan görüş almadığı bir durumda en yetkin merciden görüş almış gibi hukuka en üst dereceden uyarlı olarak idari kararlar alabilmesini sağlamak gerekir. Yürütmeye Danıştay görüş vermeyecekse yürütmeni hukuka uyarlı karar alması nasıl sağlanabilir? Başka bir deyişle yürütme gücüne hükmeden siyasilerin hukuka uyarlığı nasıl güvence altına alınacaktır? Sayın Cumhurbaşkanımızın yürütmenin kendi kendine sağlıklı ve hukuka uyarlı kararlar alabileceği düşüncesine katılmıyorum. Hali hazırdaki hukuk düzeninde hiyerarşik olarak siyasilere bağlı olan kamu görevlilerinin hesapverirliğinin de tamamen siyasilerin iki dudağı arasında olması nedeniyle hukuka uyarlı karar alamayacaklarını, idarenin hukuk danışmanlarının “patronları olan siyasilerin” istekleri doğrultusunda hukuku eğmeye yöneleceklerini düşünüyorum.
Genel İdare Usulü Kanunu Neden Gerekli?
Yürütmenin hukuka uyarlı kararları sağlıklı ve hızlı olarak alabilmesi için uzun zamandır raflarda bekleyen ‘Genel İdare Usulü Kanunu’nun bir an önce çıkarılmasının önemine ve acilliğini değinmek istiyorum. Gerçekten de Danıştay’ın işlevlerinde bir kısıntı yapmak yerine yürütmenin hukuka uyarlı karar alabilme yetkinliği artırılmalı; bunun için de yürütmenin idarenin hukuka uyarlığını en üst düzeyde sağlayacak olan bir düzen oluşturulmalıdır. Öyle bir düzen kurulmalıdır ki; Danıştay’daki denetim süreci kendiliğinden lüzumsuz bir formalite haline gelmelidir.
Genel İdare Usulü Kanunu’ öncelikle yürütmenin başı Cumhurbaşkanının yetkileri de dahil olmak üzere, idari yetkilerin nasıl kullanılacağını detaylı olarak düzenlemeli, yürütmenin nihai bir idari karar almadan önce oluşturduğu ön ve zincirleme kararları ve karar alma aşamalarını, nihai karar ve işlem ortaya çıkmadan önce de yargısal denetime açık hale getirmelidir.
Kamu görevlerine ilişkin adayların belirlenmesinden, atama süreçlerine ve hatta adaylar arasında yapılacak tercihlere, aday gösterilen veya atanan kişilerin yetkinliklerine ve görevi yerine getirmeye en ehil aday olup olmadıklarına ilişkin konular da dâhil olmak üzere, yürütmenin yapacağı her türlü kamu görevlisi adayı belirleme, tercih etme ve atama süreçleri yargısal denetime açılarak en yetkin adayların devlet yönetimine talip olmasını sağlayacak hukuki güvence ortamı sağlanmalıdır.
Başkanlık sisteminin mevcut bürokrasiyi tasfiye ederek yeni bir sistem getirme vaadi bu konuda bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Yeni kamu yönetimi sisteminin yönetim yapısının bir an önce ortaya konulması zorunlu olduğu gibi, bu yapının ve görev alacak kişilerin görevlerini nasıl yerine getirecekleri, yürütme adına nasıl karar alacakları ve kararlarının hukuka uyarlığının en üst düzeyde nasıl sağlanabileceği, Genel İdare Usulü Kanunu ile sağlam bir hukuki çerçeveye kavuşturulmalıdır. Bu kanunla kamu görevlileri üstleri olan siyasilerin hışmına uğramayacakları bir hukuk güvencesine kavuşturulmalıdır.
Başka bir açıdan bakıldığında Genel İdare usulü Kanunu, yürütmenin, kamu kurum ve görevlilerinin kendilerine tanınan idare yetkilerini liyakat, rasyonalite, şeffaflık ve hesapverirlik ilkelerine uygun olarak yerine getirmelerini sağlayacak şekilde düzenlenmelidir. Ancak böyle bir “Genel İdare Usulü Kanunu’ çıkarılması bir yandan yürütmenin hukuka uyarlı ve hızlı karar almasını, diğer yandan da kamu görevlilerinin bürokrasinin devletin denge ve denetleme mekanizmasının önemli bir parçası haline gelmesini de sağlayacaktır. Neticesinde Türkiye, siyaset-yargı çatışmasını bir an önce aşabilecek, kamu yararını korurken medeniyet yolunda kaybettiği zamanı telafi edebilecektir.