Türkiye, 1982 Anayasası’nın kabulü ile darbe yönetimin sona ermesinden bu yana demokratikleşme yolunda devinmekte; zaman zaman sivil toplum kuruluşları demokratikleşme paketleri açıklamış bulunmaktadır. Bunlardan en kapsamlısı ve hakkında çok tartışılanı kuşkusuz 1997’de TÜSİAD tarafından yayınlanmış olandır. O raporda da belirtildiği ve genel olarak bilindiği üzere Türkiye’nin demokratikleşme yolundaki gelişme alanlarından birisi temel hak ve özgürlüklerin, özellikle de ifade özgürlüğünün korunması konusudur. Bu konuda anahtar rol ve işleve sahip olan Yargı’nın diğer konulardan ayrıca temel hakların korunmasında etkinliği konusunda geniş kapsamlı endişeler toplumda mevcuttur. Bu endişeler, “17–25 Aralık” yargı yoluyla hükümet devirme girişiminin ve bir süre sonra “15 Temmuz” silahlı askeri darbe kalkışmasının önlenmesi sonrasında alınan tedbirler üzerine daha da güçlenmiştir. Bu endişe FETÖ’nün devlete ve kurumlarına nüfuzunun derecesini doğru algılayamayan dış dünyada daha yüksek ve zaman zaman da önyargılı olmakla birlikte ülke içinde de, toplum daha yakın bilgiye sahip olmasına rağmen oldukça yaygın hale gelmiştir. Toplum bir yandan darbe kalkışmasını bastırarak demokrasiye sahip çıktığını ortaya koymaktan gurur duymakta iken kalkışmacılar ile ilintilendirilmekten ve yanlış yargısal muameleye tabi olmaktan çekinmektedir. Bu konuda yargı topluma yeterli güveni verememektedir. Özellikle suç fiilinin bir kerede işlenerek tamamlanmış olduğu hallerde bile toplumun genel kanaatine göre orantısız bir şekilde tutuklama kararları verilmesi, bu uygulamanın yaygın olarak eleştiriliyor olması ile beslenen endişe ortamında, toplumu ifade özgürlüğü konusunda bir nevi kendi kendine otosansür uygular hale gelmiştir denilebilir.
Bireysel hak ve özgürlüklerini korunabileceğinden emin olamayan toplum, Yargı ve unsurlarının yürütmeye ve kamu görevlilerine karşı da hukukun üstünlüğünü sağlamak görevlerini gerçekleştiremeyip ihmal ettikleri; görevleri nedeniyle tanınan ayrıcalıklarını koruma ve topluma hükmetme güdülerinin adaleti tesis etme görevlerinin önüne geçtiği kanaatindedir. Kamuoyu, görevini layıkıyla yerine getiremediğini düşündüğü yargı görevlilerinin bağımsız ve tarafsız olamadıklarını, korku içinde olduklarını, ancak kendilerinden hesap soramayanlara karşı görevlerini yapmadıklarını; buna karşın görevleri gereğince tanınan yetki ve ayrıcalıklarından yararlandıklarını ve suistimal edebildiklerini düşünmekte ve bu sebeplerle Yargı’ya karşı şiddetli bir hınç beslemektedir. Hâkimlik ve savcılık, toplumda saygı gören değil ellerindeki yetkilerle bir zarar verebilecekleri endişesi ile korku duyulan; avukatlık ise bir yandan sözüne güvenilmez diğer yandan da vazgeçilmez meslekler haline gelmiş; bu konuda zihinler ve duygular birbirine karışmış bulunmaktadır.
Bununla birlikte kamuoyu, Yargı’nın ülkenin en öncelikli sorunu olduğunun bilincinde olup bağımsız, tarafsız, etkin işler fakat hesap sorulabilir bir hale getirilmesini arzu etmektedir.
Türkiye’nin iki temel sorunu olan “Yargı” ve “hesapverirlik” bu bağlamda iç içe geçmiş fakat içinden çıkılması zor bir kördüğüm halinde kendisini topluma da takdim etmektedir. Hesapverirliği sağlamak için bağımsız ve tarafsız yargı; bağımsız ve tarafsız bir yargı için hesapverirlik şarttır.
Yargı’nın başarısız görüldüğü bir ortamda, referandum sonuçlarını tartışma konusu haline getiren YSK’nın kararlarına karşı başvuru yolu bulunmaması, bu husustaki şikâyetlerin uluslararası gözetim kuruluşlarının açıklamaları ile örtüşmesi, seçimlerde hukukun üstünlüğüne duyulan güveni sarsmış bulunmaktadır.
YSK mevzuatında “Hayır” kesiminin de mutabık kalacağı düzenlemeler yapılması, güvenin yeniden kazanılması için şarttır. Aksi takdirde bundan sonra yapılacak seçimlerin meşruiyeti hep tartışma konusu edilebilecektir. Toplumda ciddi ve derin ayrışmalara neden olabilecek olan bu tehlike mutlaka önlenmelidir.
Kamuoyunun Yargı’ya ilişkin endişe ve önyargılarını güçlendiren diğer bir husus ise MHP’ye ilişkin hukuksal süreçte ortaya çıkan yargısal karmaşadır.
Referandum sürecine MHP’nin içinde bulunduğu parti yönetimine ilişkin yargısal karmaşa sona ermeden girilmiştir. İlk aşamada MHP’de ortaya çıkan muhalif grup, yargısal bir süreç sonunda kongre toplamış ve parti tüzüğünde değişiklik yapmıştır. Söz konusu tüzük değişikliği ikinci bir yargısal süreçte ihtiyati tedbir kararı ile durdurulmuş; ancak yargısal süreç tamamlanmadan Anayasa değişikliği ve referandum süreci başlamıştır.
Referandumda MHP yönetimi “Evet” yönünde; muhalifler ise “Hayır” yönünde tavır almış; bu ortamda MHP tabanı, referandumda izleyeceği yol hakkında bölünmüştür. Yargısal sürecin hızlı ve etkin bir şekilde sonlandırılmamış olması bu bölünmede etkili olmuştur.
Bu ülkenin önemli bir partisi olarak ülkenin yararına uygun gördüğü şekilde tavır almak MHP’nin doğal hakkı ve görevidir. Bununla birlikte partinin iradesinin, tabanda bölünme veya kafa karışıklığına neden olmadan net bir şekilde ortaya çıkması da ülkemiz için önemlidir. Fakat yargısal sürecin gecikmesinin siyaset üzerinde etkileri olmuştur.