Geçenlerde katıldığım duruşması 5 gün süren tahkim davasında somut bir örneğini gördüğüm bilim, felsefe hukuku ihmal edip gerekli özeni göstermeden işimizin selametini Allah’a havale etmenin bu ülkenin iyi niyetli güzel insanlarına verdiği zararın köklerini birinci okumasının hafta sonu bitirdiğim S. Frederick Starr’ın “KAYIP AYDINLANMA” isimli eserinde bir kere daha ve derinden gördüm. Derin bir üzüntüye kapıldım. Fikir çeşitliliğini ve ifade özgürlüğünü kısıtlayarak Orta Asya’daki Türk – İslam aydınlanmasını çökerten kutuplaşma, aykırı ve marjinal fikirler üzerinde düşünsel ve siyasi baskının günümüze kadar sürdüğünü görmek ve bunun toplumun önemli bir kesiminde kabul gördüğünü bilmek daha da üzücü. Fakat sevindirici olan Osmanlı’da modernleşme çabaları ile başlayıp Atatürk’ün cumhuriyeti kurması ile en yüksek dönüm noktasına ulaşan Türk aydınlanmasının er ya da geç bu çöküşü de tersine çevireceğine olan inancımdır.

Bana göre Kayıp Aydınlanma kitabı yetkin tarihçi ve felsefeciler tarafından özetlenerek Lise seviyesinde tarihimizin önemli bir kısmı olarak öğretilmelidir. Kitabın “Retrospektif” kısmından sizler için derlediğim ve sadeleştirdiğim kısımları kitabın tanıtımı bazında aşağıda bulabilirsiniz.

S.Frederick Starr, Kayıp Aydınlanma, Kronik Kitap, Çeviren: Yusuf Selman İnanç

“RETROSPEKTİF:  İSTİRİDYE İLE KUMUN HİYAKESİ

[B]ugünkü İran’ın doğusu ile Çin’in batısı arasında kalan ve Kazakistan’dan güneyde Afganistan’a kadar uzanan bölge, bir başka ifadeyle Büyük Orta Asya dünyanın merkezi olmuştu. […] insanlığın düşünce ve yaratıcılığının en muhteşem dönemlerinden biri, tam manasıyla bir Aydınlanma Çağı’ydı. […] Orta Asyalılar iki büyük aracı fark etmişlerdi. Birincisi geometri ve matematikti. Diğeri de Aristo’nun ortaya koyduğu modelin üzerine inşa edilmiş olan genel mantıktı. Gerçeğe ulaşmak için bu iki araç, Harezmî’den Hayyam’a ve dahası Farabi’den İbn-i Sina’ya ve Gazalî’ye kadar bölgedeki birçok düşünür tarafından derinlemesine incelenmiş ve titizlikle detaylandırılmıştır.

[…] Arap istilâsından önceki bin sene ve bu istilâdan sonraki en az dört yüz sene boyunca bölge kültürünün, dinî ya da lâdinî alandaki en uygunsuz yeni bilgiyi veya görüşü hesaba kattığı açıkça görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında Orta Asya medeniyetinin değişime alışık ve bu değişimle başa çıkmakta uzmanlaşmış, kendine güvenen bir medeniyet olduğu görülür. […] bu medeniyet bir yandan dış dünyaya açıkken bir yandan da yeni olanı basit bir şekilde taklit etmek yerine yeniden düzenlemek ve uyumlu hâle getirmek için sağlıklı bir yapı ortaya koymuştu. Bu yapının hâkimiyeti sürdüğü müddetçe Orta Asya entelektüel hayatın ve kültürün küresel çapta en ön safında yer almıştı.

Orta Asyalı filozofların ve bilim adamlarının neredeyse tamamı dinle bir şekilde irtibatlılardı. Tektanrıcılıktan ve İlk Sebep (Vacib’ül Vücud) kavramından asla taviz vermeyen İslam birçoğuna göre bilim ve felsefenin gerçeklerini doğrulamaktaydı. Kuşkucuların, agnostiklerin ve ateistlerin olduğu doğruydu ama […] bu isimlere gayet hoşgörülü yaklaşılmaktaydı. Kiliseler, ateş tapınakları veya stupalar bir aradalardı. Dindar Müslümanlar diğer inançların da kendileri kadar parlak ve donanımlı olduklarını ve ötekilerin bakış açılarının yabana atılamayacağını biliyorlardı. Yabancı olana yapıcı bir şekilde yaklaşma ve onu inciye çevirme kabiliyetini kaybettiğindeyse medeniyeti çökmüştü.

[…] inancın akılla olan bağlantısı hususunda […] gittikçe artan bir kutuplaşma […] aşırılığa kaçanlar vardı. Mesela, uygulamaya dönük meselelerde akla kısıtlı bir rol tayin eden, ancak varlığın büyük sorularında aklın yeri olmadığını savunan Gazalî, diğer taraftaysa ilgilendiği konularda Tanrı’nın bir rolü, şayet varsa, olup olmadığını nadiren sorgulayan Birûni vardı. […] Farabi’nin başını çektiği birçok diğer isim mantık ve aklın vahyedilmiş dinin gerçeklerini doğrulayabileceğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdi. […] İbn-i Sina ve diğerleri akılla vahyin birbirlerinden istifade edecek şekilde bir arada var olmalarını sağlayacak bir kavrayış şekli ya da yöntem belirlemek için uğraşmışlardı. […] on sekiz yaşındaki İbn-i Sina ile yirmi sekiz yaşındaki Birûni (…) hayatın en önemli meseleleriyle uğraştıklarına kanaat getirmişler ve daha da önemlisi bu sorulara cevap bulmak için gerekli bütün araçların ellerinin altında olduklarına inanmaktalardı. (…) Gazalî bu iddiaya ciddi bir tepki göstermişti. […] İbn-i Sina’yı açıkça zındık ilan etmişti.

[H]iperaktif, mücadeleci ve aynı zamanda derin bir düşünür olan filozof ve ilahiyatçı Gazalî, […] Tehafüt’ül Felasife (Filozofların Tutarsızlığı) eserindeki müthiş ve tahrip edici saldırı [ile] bağımsız düşüncenin tamamıyla savunma pozisyonuna geçmesine sebep olmuş[,] […]  filozofları, evren bilimcileri, bilgi kuramcıları ve ilahiyatçıları marjinalleştirmeyi başarmıştı. […] Gazalî kimsenin yapmadığı kadar tasavvufa İslam dâhilinde bir meşruiyet kazandırmış ve bilgi yolları arasında merkezî bir konum kazandırmıştı. Böylece akıl ve mantığın saf dışı edilmesine yardımcı olmuştu. Daha da kötüsü, bölgedeki devletler, Gazalî’nin mistik hakikat ve ilham kavramını benimseyip, sonraki asırlarda olacağı üzere, gittikçe genişleyen ve çok kısıtlayıcı olan bir İslam anlayışıyla bu kavramı birleştirince özgür düşünceyi bastırmak için gerekli mekanizma tamamlanmıştı.

Orta Asya M.S. 1100’den itibaren derin bir entelektüel çöküş tecrübesi yaşamıştır. Çöküş hem nicelik hem de nitelik açısından yaşanmaktaydı. Nasirüddün Tusî’nin faaliyetleri ya da Uluğ Bey ve etrafındakilerin eliyle astronominin kısa süreliğine canlanması bu olumsuz gidişatı tersine çevirmemişti.

Gazalî’ye meydan okumaya cüret edecek birinin ortaya çıkması için bir nesil beklemek gerekecekti. Batı’da Averroes adıyla bilinen, […] filozof İbn-i Rüşd […] Tehafüt’ül Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) diye isimlendirilen bu metinde […] Farabi’den başlayarak o güne kadar gelen Orta Asya ilmini anlatıp Gazalî’nin saldırısına karşı akıl ve mantığı savunmuştu. Sonunda birkaç Müslümanı ikna edebilmişti. Kitabı genel olarak görmezden gelinmişti. İbranice tercümesinden Latinceye tercüme edilmesiyle sadece Avrupa’da ilgi görmüştü.

[…] Babürlüler, Safevîler ve Osmanlılarda […] bu üç imparatorluk en parlak dönemlerinde müthiş bir servet elde etmişler ve Agra, Delhi, Lahor, Isfahan, Şiraz, Konstantinopolis ve Kahire gibi muhteşem kentler inşa etmişlerdi.  […] en büyük kültür başarıları düşünce değil estetik dünyasındaydı. […] bu imparatorluklarda entelektüel hayat geçmişe bakmaktaydı. Yine bu yaklaşım yeni bilginin harekete geçirme gücünü görmezden gelmişti. Dolayısıyla muhteşem bir entelektüel mirası harcamışlardı.

Avrupa, Orta Asya’da on birinci asırda var olan “normal bilime” on yedinci asra kadar erişememişti.

Bu destansı çağ gelip geçmiş olabilir ama bugün gençler tarafından yeniden keşfedildiğine dair belirtiler vardır. Her zaman olduğu gibi eski alışkanlıklar ve beklentiler canlandıkça gözler daha ilerideki ufuklara çevrilmektedir.”