Avrupa Konseyi üyesi 47 devletin üyesi olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 6366 sayılı kanunumuz vasıtasıyla 18 Mayıs 1954 tarihinden beri Türkiye’de de bir kanun olarak yürürlüktedir. Yani Türkiye hem sözleşmeye taraf bir üyedir hem de sözleşme hükümlerini iç hukukta uyulması zorunlu bir kanun haline getirmiştir. Temel insan haklarına ilişkin olan Sözleşme, eki olan protokollerle birlikte, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesindeki medeni ve siyasi hakların önemli bir kısmını korumaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin denetim organı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir. Bu mahkeme ve kararları iç hukuka göre kurulmuş olan mahkemelerden farksız olarak Türkiye’yi bağlar. AİHM’nin ve kararlarının diğer mahkemelerimizden ve kararlarından farkı; Sözleşme’nin m. 46(1) ile “Yüksek Sözleşmeci” taraflardan biri olarak Türkiye’nin, ‘taraf’ olduğu davalarda, Mahkemenin verdiği kesinleşmiş kararlara uymayı diğer üye ülkelere karşı taahhüt etmiş olması ve oradan doğan uluslararası yaptırıma muhatap olabilme ihtimalidir.
Sonuç olarak Sözleşme kapsamındaki temel hak ve özgürlüklere ilişkin olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi gibi bağlayıcı ve uyulması zorunlu olan kararlar verebilen bir yargı organıdır. Bu durum, egemen ve bağımsız olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yabancı bir uluslararası sözleşmeyle bağımlı kılınmasından dolayı değil, tersine Türkiye’nin uluslararası sözleşmeyi, kendi iradesiyle 1954 yılında çıkardığı 6366 sayılı kanunla olduğu gibi kanun olarak benimsemesi ve iç hukukuna bir kanun olarak dâhil etmiş olmasından dolayıdır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan insanların temel hak ve özgürlükleri, Anayasamız ile de güvence altına alınmış olan haklardır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası; m. 12(1)’de “Herkes kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.” dediği gibi; m. 90(4)’ün 3. cümlesinde de “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” demektedir. Bu hususta Anayasa m. 148(3)’te “Herkes Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir.” ifadesine yer verilmiştir. Sözleşmeye bir kanun hükmü ve gücü veren 6366 sayılı kanun Avrupa İnsan Hakları mahkemesini tanımış ve vatandaşlara bu mahkemede de dava açma hakkı getirmiştir.
Türkiye egemen ve bağımsız bir ülke olarak istediği uluslararası antlaşmaya üye olmak, istediğinden de çıkmak, dilerse [sonuçlarına katlanmayı göze alarak] bu sözleşmelerdeki taahhütlerini ihlal etmek hak ve özgürlüğüne sahiptir. Dolayısıyla Türkiye’nin AİHM’nin Demirtaş kararına uymayarak Sözleşmedeki taahhüdünü ihlal etmekte özgür olduğu düşünülebilir.
AİHM’nin Demirtaş kararına uyup uymamaya kim, nasıl ve ne zaman karar verebilir? Türkiye Cumhuriyeti devletinin Yasama, Yürütme ve Yargı organlarından hangisi, hangi sürece ve şekle göre karar vermelidir ve hatta böyle bir karar vermenin hala zamanı ve imkânı var mıdır? Başka bir biçimde sorarsak; 6366 sayılı kanun ile iç hukuka dâhil edilen Sözleşme doğrudan uygulanan bir kanun olduğuna göre, bu kanun kimi ne şekilde bağlar ve bu bağdan kurtulmak nasıl mümkün olabilir?
6366 Sayılı Kanunu Çiğneyebilir miyiz?
Anayasa m. 2 gereğince bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapılanmasında herhangi bir kanuna veya kanunun gereğine uyulup uyulmayacağına karar verilmesi gibi bir durum asla söz konusu olamaz! Tam tersine Türkiye’de yürürlükte olan kanunlara uyulması, kanunların uygulanması ve uyulmasının sağlanması zorunludur. Yürütme gücünün bir kanunun uygulanıp uygulanmayacağına karar verme yetkisi yoktur. Tersine Anayasa m. 8 gereğince “Yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”
Yürütme gücünün de kanunların uygulanıp uygulanmayacağına karar verme yetkisi yoktur. Yargı gücü kanunları uygulamak ve uyulmasını sağlamakla görevlidir. Yargının, kanunları uygulama görevinin yanı sıra yürütmenin hukuka uyarlığını denetleme yetkisi ve görevi de vardır ki bu durum, yargı gücüne daha da ağır bir sorumluluk yüklemektedir.
Bir kanunun yürürlüğe konulmasına veya yürürlükten kaldırılmasına sadece yasama gücü karar verebilir. Bir kanunun uygulanması sonucunda ortaya çıkan hukuki statü ise ilgili kişinin oluşmuş ve kazanmış olduğu hukuki bir haktır; “kazanılmış hak” hukuki statüsündeki bu haklara sadece kendisi tasarruf edebilir; rızası olmadıkça yasama, yürütme ve yargı güçleri müdahale edemezler.
AİHM’nin Demirtaş konusundaki AİHM kararına uyma yükümlülüğü Türkiye Cumhuriyeti yargısının 6366 sayılı kanuna uyma ve onu uygulama yükümlülüğünün bir sonucu olmaktadır. Uyulmasına maddi veya hukuki bir engel veya imkânsızlık olmadığı sürece, mevcut hukuki duruma göre yargı organları, Demirtaş kararına uymak, mahkûmiyete neden olan aksamaları gidermek durumundadır.
Peki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, AİHM’nin kararını uygulamamayı seçemez mi? Elbette seçebilir ancak bunun mümkün olabilmesi için izlenmesi gereken yol ve yöntem hem uzun ve karmaşık hem de Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bakımından faydadan çok zarar getirici niteliktedir.
Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi, çıkaracağı bir ilga kanunu ile 6366 sayılı kanunu yürürlükten kaldırabilir. Bu kararın Resmi Gazetede ilan edilmesi ile Kanunun ilga edildiği tarihten itibaren uyma zorunluğu ortadan kalkar. Bu kanunu yürürlükten kaldırmak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden çıkmak anlamına da gelecektir.
Kanunu Kaldırmak AİHM Kararına Uyma Taahhüdünü Ortadan Kaldırmaz!
Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden çıkabilmesi için Sözleşmenin 58. maddesi gereğince Avrupa Konseyi Genel Sekreterine 6 ay öncesinden bir ihbarda bulunması gerekir. Fakat bu fesih, aynı madde gereğince fesih tarihinden önce gerçekleşen ihlaller bakımından Türkiye’yi diğer sözleşmeci devletlere karşı yükümlülüklerinden kurtarmaz. Başka bir deyişle Türkiye 6366 sayılı kanunu ilga ederek AİHM kararını içerde uygulamaktan kaçınabilir fakat bu kararı uygulamamış olması nedeniyle sözleşme yaptığı diğer ülkelere karşı taahhüdünü ihlal etme durumundan kurtulamaz.
AIHS Sözleşmesinden Çıkmak Büyük Zarar Getirir; Asla Düşünülmemelidir?
Türkiye, insan temel hak ve özgürlükleri konusunda dünyanın en saygın ülkeleri ile imzalamış olduğu sözleşmeye aykırı davranmaktan fayda değil zarar görür. En başta uluslararası camianın saygın bir üyesi olma konumuna zarar verir. Bu ihlalin temel hak ve özgürlükleri ilişkin bir sözleşmeye ilişkin olması Türkiye’yi insan haklarına riayet etmeyen bir ülke konumuna getirir. Bu da Türkiye’nin insan hakları evrensel beyannamesini imzalamış diğer ülkeler arasında en alt sıralara düşmesine neden olur. Türkiye elbette böyle bir konumu tercih etmemelidir ve böyle bir ihtimalin düşünülmesi bile abesle iştigaldir.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, üye ülkelerin AİHM’nin kararlarını uygulamasını denetler; ihlalin durdurulmasını talep edebilir. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, mahkeme kararlarını ihlal eden devletlerin üyeliğini askıya alma ve üyelikten atma yönünde karar verme hakkına sahiptir. Bu gelişmeler imkânsız olmayan ama gerçekleşmesi çok uzak ihtimallerdir. Çünkü temel insan hakları bakımından günümüzde sergilenmesi beklenen muhtemel duruş; bir üye ülkenin Sözleşme’nin dışına atılmasından ziyade, içeride tutularak ihlal ettiği yükümlülüklere uyma yönünde zorlanması olacaktır.
AİHM Kararlarına Uyulması İçin Hangi Tedbirleri Alabilir?
Bu soruya cevap vermek için çok fazla düşünmeye gerek yok. Öncelikle AİHS tarafı olan devletler ve özellikle Avrupa Birliği, bir dizi siyasi ve ekonomik zorlama tedbirine başvurabilir. Türkiye’den AB ülkelerine yapılan seyahatlere kısıtlama getirilebilir, vize kuyruklarında daha fazla bekletilebiliriz, dil öğrenme amacı ile yurt dışına gitme hedefi olan 10 binlerce öğrencinin AB ülkelerine gitmesi engellenebilir. İhracatımızın önemli bir kısmını gerçekleştirdiğimiz AB’nin kendileri için zaruri olmayan ama Türkiye için ihracı zaruri olan ürünlerin ithalatına sınırlama getirmesi de ilk akla gelen tedbirlerdir. Dünya üretiminin %70’ine sahip olduğumuz fındık ürünleri yerine ABD’nin badem ürünlerinin alınmasına, kayısı ve pamuk ihracatımıza engeller getirilmesine ve yüksek teknoloji ürünlerinin ülkemize ihraç edilmesinin engellenmesine hazır mıyız?
Kararın ekonomik faturası bir yana uluslararası camiada temel insan haklarını ihlal etmekte beis görmeyen, bunu en üst düzeyde tespit eden mahkeme kararlarını yerine getirmeyen bir ülke imajını kabul edebilir miyiz? Türkiye, uluslararası alanda; bizzat kendi insanlarının hakları söz konusu olduğunda verdiği sözleri ve taahhütleri tutmayan bir ülke olarak anılmayı kabul edebilir mi? Türkiye, hukuk devleti olduğu unutup, kendi kanunlarını uygulamaktan keyfi olarak kaçınabilir mi? Yargı mercilerinin zorunlu olduğu halde kanunları uygulamaması mümkün müdür? Türkiye yürütme makamlarının kanunların uygulanıp uygulanmayacağına karar verdiği bir ülke imajını kaldırabilir mi? Daha da önemlisi Türkiye böyle bir imajı hak eder mi?
Bence hayır…
Bunun yerine Mahkeme’nin kararında yer verdiği gerekçelere odaklanmak ve bu gerekçeleri ortadan kaldırmak daha doğru bir karar olacaktır. Aralarında değerli bir Türk yargıcın da bulunduğu AİHM, Demirtaş kararında Türk yargısına mensup olan bir kısım mahkeme hâkimleri ile savcılarını hukuka uyarsız davrandıkları ve temel hak ve özgürlükleri ihlal ettikleri yönünde eleştirmektedir. AİHM kararları Anayasa Mahkemesi’nin önceden vermiş olduğu kararlardan farklı nitelikte değildir; Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulduğu gibi AİHM kararına da uyulmalı ve mahkûmiyet gerekçesinde belirtilen uyarsızlıklar giderilmelidir.
Türkiye, AİHM’nin kararları başta olmak üzere, yargı makamları tarafından verilen kararları – çok haklı bir sebebi olmadığı veya vahim bir hukuk hatası yapılmadığı sürece – temyiz yoluna başvurmaksızın derhal yerine getirmeli; uluslararası camianın saygın bir üyesi olma konumunu güçlendirmelidir.