Bana göre Türkiye’nin en önemli sorunu yargı, yargının da en önemli sorunu hesapverirliğin önemli derecede aksaması veya hiç olmamasıdır.
Bu durum, en başta kariyerlerinin zirvesine ulaşan temyiz mahkemesi hakimlerimizin hakettikleri derecede saygıyı görmelerini ve en üst düzeyde itimat edilmelerini engellemektedir.
Şahsi suçlarının soruşturma ve kovuşturmasının dahi kendi kurumlarının takdirine bırakılmış, işletilmesinin de ağır şartlara ve sıkı süreçlere tabi tutulmuş buna karşın tüm yasal başvuru yollarının kapatılmış ve bu zor sürecin nadiren işletilmiş olması gerçeği temyiz mahkemeleri üyelerini- vatandaşın gözünde – hayat boyu sorumluluktan bağışık olan imtiyazlı bir zümre gibi göstermektedir. Detaylarını merak edenler Yargıtay Kanunu m. 46, Danıştay Kanunu m. 76 ve m. 82, Sayıştay Kanunu m. 66 ve ilgili hükümleri inceleyebilirler.
Kanunun suç saydığı herhangi bir fiili işleyen veya ihmali gösteren kimselerin yasal olarak soruşturulamaz ve kovuşturulamaz olması kabul edilemez ve Anayasa m. 10’daki kanun önünde eşitlik ilkesine ve imtiyaz tanıma yasağına aykırılık teşkil eder.
Vatandaşın vicdanında kesin mahkum edilmiş olan rüşvet ve görevi kötüye kullanma durumlarının büyük bir bölümünün yargı önüne gelmiyor, zorluklarla getirilen bir iki olayda ise çeşitli sebeplerle hakettiği sonucu görmüyor olması hakim ve savcılara karşı güvensizlik oluşturmakta; hakimleri adaletsizliğin sorumlusu olarak göstermekte ve yargı ile toplumu giderek kutuplaştırmaktadır. Anayasa Mahkemesinin E. 2011/1K. 2012/1 ve 19.12.2012 tarihli kararına konu olay buna güzel bir örnektir.
Söz konusu olaydaki bireysel fiillerden ayrıca, temyiz mahkemeleri hakkında kararlarında “gerekçe gösterilmediği”, “kanun hükümlerinin uygulanmadığı” “kararların gerekçesiz olarak değiştirildiği” “önceki içtihatlara aykırı karar verildiği” ve benzeri hususlarda yoğunlaşan görevi ihlal veya ihmal şikayetlerinin varlığı ve haklılığı en üst seviyelerde Kabul edilmekte; sebebi olarak “iş yükü” “kaynak yetersizliği” gibi gerekçeler gösterilerek – bir nevi – ikrar edilmektedir.
TCK m.257(1)’e göre “görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan”; 257(2)’e göre “görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine neden olan” kamu görevlisi cezalandırılacaktır.
Benim adalet inancıma ve Anayasa’nın Kanun Önünde Eşitlik ilkesine göre hakimler sorumluluktan bağışık tutulamazlar; kanuda sorumluluk getirdiği belirlenen fiilleri işlemişlerse – herkes gibi – hakim ve savcıların da soruşturulması ve kovuşturulması; böylelikle şikayetlerin haklı olup olmadığının, haklı ise sebeplerinin neler olduğunun – yani gerçek durumun ortaya çıkarılması ve kanunun öngördüğü sonucun sağlanması gerekir.
Anayasa m. 128(1) ve (2)’deki “hakimlerin bağımsızlığı”; m. 139’daki “hakimlik teminatı” temyiz mahkemesi üyelerini hukuken veya fiilen sorumluluktan bağışık tutan düzenlemeleri haklı göstermiyor.
Takibatın hakimlerin bağımsızlığını ve hakimlik teminatını ihlal etmeyecek şekilde bir mercide ve hassasiyetle yapılması elbette mümkündür.
Yüksek mahkemelerimiz, üyeleri bireysel olarak hesap vermediği gibi kurumsal olarak da hesap vermezler; yargılamalarda son sözü söylemelerine ragmen görevlerini büyük oranda yerine getiremediklerini kamuoyuna açıklamazlar. Başkanlarının yargı yılı başlarında beylik konulardan ve iş yükünden şikayet etmesi sanki işler yine de yürüyormuş gibi gerçeğe aykırı bir tablo çizer.
2013 yılında Yargıtay’ın bir dairesinin 23.808 adet karar vermiş olması bu durumun sahte bir gerçeküstü görüntü olduğunu, gerçekte en temel hesap verme yöntemi olan gerekçe hakkının geniş bir şekilde aksamış olduğunu kendiliğinden ortaya koyar.
Oysa, hesap verirliğin en önemli faydası hizmetteki aksamayı ve sebeplerini topluma karşı ortaya koyması ve böylece sorunların çözümünü de kendiliğinden başlatabilmesidir.
Gerçekten de hakimlerimizin senede ortalama 450 karar verebildiğini ortaya koyan resmi CEPEJ istatistikleri, her üyesi tek başına karar veriyor olsa bile 10 üyeli Yargıtay dairesinin 20.000’den fazla kararda gerekli incelemeyi yapamayacağını, işlevini ve toplumun temyiz hakkını yerine getiremeyeceğini de ortaya koyarak kamuoyunun bu yöndeki kanaatini doğrulamaktadır.
Yüksek mahkemeler, sorunlarının çözümünü istiyorsa en azından aşağıdaki hususlarda topluma kendiliğinden hesap vermelidir:
1) Dairede görevli üyelerin ve tetkik hakimlerinin sayıları, ve fiilen çalışma günleri sayısı;
2) Dairenin yıllık dosya inceleme, temyiz ve düzeltme kararı verme kapasitesi;
3) Dosya inceleme ve karar veriliş süreçleri;
4) Dosya ele alma ve incelenme hızı ve süreleri;
5) Tetkik hakimlerinin daire kararlarını ne sayıda ve oranda belirlediği;
6) Kararların sayfa adedi, ortalaması, sapmalar ve sebepleri;
7) Üye ve tetkik hakimleri başına incelenen dilekçe ve belge sayfa adetleri;
8) Ne kadar kararda hangi formül cümlelerin kullanıldığı; örneğin “yerinde görülmediğinden reddine” veya “usul ve yasaya uygun bulunduğundan onanmasına” ifadeleri ile ne kadar karar verildiği;
9) Kaç kararda başka gerekçe gösterildiği, ortalama gerekçe uzunluğu, ortalamadan uzun gerekçeli karar sayısı, detaylı listesi ve farkılılığın gerekçeleri;
10) Dosyalardan tespit edilen genel sorunlar, darboğazlar ve fırsatların neler olduğu; sorunların azaltılması ve giderilmeleri için neler yapılabileceği;
11) İlerisi için tahmini temyiz ve karar düzeltme süreleri; ve saire…
Eğer bu bilgiler toplumla paylaşılacak olsaydı 23.000 karar yerine belki 3.000 karar verilecek ama kararların hepsi sağlıklı ve tatmin edici olacaktı; toplum ise geriye kalan 20.000 işlik yığılmayı iliklerinde hissedecek ve bu sorunu giderecek çözümleri kendiliğinden bulacaktı. Böylece ; yargı hakkında önyargılı ve güvensiz olmayacaktı…
Keşke en azından yüksek mahkemeler kurumsal ve bireysel olarak tam ve etkin olarak hesap verir olsalar; insani olarak özverileriyle yapabilecekleri kadar işi yapıp, geri kalanları neden yapamadıklarını topluma açıklasalar…
Sağlayacağı fayda ve ilerlemeyi hayal edebiliyor musunuz?