Halkın daha iyi temsil edildiği durumda yönetimde istikrar sorunu; yönetimde istikrarın sağlandığı durumda temsilde adaletsizlik sorunu ortaya çıkmakta; istikrarlı yönetim için adil temsilden ve halkın yönetime katılmasından taviz verilmektedir.’

Temsili demokraside egemenliğin tek gerçek sahibi halktır ve egemenliğini kendi seçtiği temsilciler aracılığıyla kullanır.  Kağıt üzerinde bakıldığında halkın, iktidar için yarışan kadrolar arasında seçimler yoluyla belirleyerek egemenliğini kullanma yetkisini verdiği temsilci yöneticilerin de devleti, halk adına yönetmesi ve manevi bir varlık olan milletin iradesinin temsilciler vasıtasıyla ortaya konması gerekir. Çünkü temsilcilerin görev ve işlevleri, aslında temsil ettikleri kişilerin iradesini yansıtmaktır. Oysa ki işleyişe bakıldığında; temsilcilerin kendilerini seçen milletin iradesini mi yansıttığı, yoksa kendi iradelerini yansıtmak için mi seçildiği konusunun demokrasinin önemli sorunlarından birisi olduğu görülür.  İşte bu sebeple temsilcilerin halk tarafından seçildikten sonra da kendilerinin değil halkın iradesini yansıtmalarını sağlamak için katılımcı demokrasi düşüncesi gelişmiştir.

Hukuksal temsilcinin yetkilerine baktığımızda, temsil ettiği kişinin iradesine uygun hareketi etmesini sağlamak üzere sıkı sıkıya belirlendiğini; yetki sahasını aştığında yaptığı işlemlerin geçersiz olduğunu görürüz. Buna karşın siyasal temsilciye oldukça geniş bir serbestlik tanınmakta, işlem ve kararları temsil ettiği kimselerin iradesinden farklı olabilmekte ve geçerli kalmaktadır. Hukuksal temsilde temsilcinin yetkisi hemen sonlandırılabildiği halde siyasal temsilde beğenilmeyen ve faaliyetleri onaylanmayan temsilci, bir sonraki seçime kadar geçen sürede bu sıfatını korumaktadır. Siyasal temsilci, temsil ettiği kesimin iradesine uymasa bile kendi şahsi tercihlerine göre de temsil yetkisini kullanabilmektedir. Dolayısıyla siyasal temsilde asil ile temsilci arasındaki temsil ilişkisi zayıf niteliklidir.

İşte bu zayıf nitelikli siyasi temsil ilişkisinde temsil edilenlerin, temsilcinin aykırı karar ve tercihlerine müdahale etme imkânları oldukça sınırlı olduğundan, temsilciler de kendi düşüncelerine ve tercihlerine göre karar verebilirler. Bunun sonucu olarak, temsili demokraside seçimler sürecinde halkın fikir ve tercihlerini derleyerek yansıtan değil; fikirleri ve taahhütleri beğenilen adaylar temsilci olarak seçilir.  Halk vaatlerini yerine getirsin ya da getirmesin, seçmenin tercihlerine uygun hareket etsin ya da etmesin seçtiği temsilcilerinin karar ve tercihlerine bir sonraki seçim dönemine kadar katlanmak durumundadır. Bu durum temsili demokrasilerde halkın temsilcilerini seçme hakkının, kendi isteklerine ve iradesine uygun olarak faaliyet gösterecek kişileri temsilci seçebiliyor olmasının ne kadar önemli olduğunu ortaya koyan bir süreçtir.  Halk kendisine dayatılan adaylar arasından birini değil kendisini temsil edebilecek olanlar arasından en uygun olanını seçebiliyor olmalıdır.

Yönetime Katılıyor muyuz Yoksa Katlanıyor muyuz?

Halkın yönetime katılmasında ve yönetimde temsilinde en önemli ve etkili iki vasıtadan biri siyasi partiler diğeri ise seçim kanunlarıdır.

Halkın iradesinin yönetime yansımasında köprü vazifesi görmesi gereken bu iki kanunun da ne yazık ki işlevini yerine getirdiği söylenemez. Çünkü, yönetimde istikrar gerekçesi ile halkın yönetimde adil temsiline müdahale edilmekte; seçim kanunları ile halkın iradesi, ortaya çıkacak yürütmenin istikrarlı olmasını sağlayacağı şekilde değiştirilmektedir. Demokrasinin gereğinden demokrasinin sorunu nedeniyle ödün verilmektedir. Demokrasinin dilemması olan bu durumda yönetimde adil temsil ile yönetimde istikrar sorunları birlikte ortaya çıkmaktadır. Halkın daha iyi temsil edildiği durumda yönetimde istikrar sorunu; yönetimde istikrarın sağlandığı durumda temsilde adaletsizlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle istikrarlı yönetim için adil temsilden; adil temsil için yönetimde istikrardan taviz verilmektedir.

Nitekim çoğunluk sistemleri yönetimde istikrar; nispi temsil sistemleri temsilde adalet ilkesini gözetirler. Küçük partilerin parlamentoda temsil edilme şansının yüksek olduğu nispi temsil sistemlerinde ise yönetimde istikrarsızlık durumlarını önleyebilmek için temsili kısıtlayan seçim barajları getirilmektedir. Yüksek ülke barajları, seçim çevrelerinin küçük ve yeknesak olmaması ile neden oldukları “artık oy” sorunları nispi temsil sistemlerinin getireceği temsilde adalet yararlarını götürmektedir.

Seçim çevrelerinin farklı siyasi görüşlerin temsil edilmesine fırsat verecek kadar çok temsilci çıkarması kaydıyla nispi sisteminin temsilde adaleti en iyi gerçekleştirdiği kabul edilmektedir. Bu sistemde siyasi partiler aldıkları oy oranına göre temsil edilir. Temsil, partilerin aldığı oy oranı ile orantılı olarak değil, aldıkları oy oranını dikkate alan ve oy oranı ile temsil oranını bozarak ayrıştıran bir yönteme göre belirlenir. Örneğin % 35 oy alan bir parti mecliste % 60 oranında temsil edilebilir; buna karşın % 9 oy alan bir parti hiç temsil edilmez. Nispi sistem mahiyeti gereği ancak listeli seçme yöntemi ile uygulanabilir; seçimi yapılacak vekillerin sayısı birden fazladır ve bunlar alınan oylara göre farklı partilere dağıtılır. Yürütmede istikrar gerekçesiyle temsil oranını oy oranından farklılaştırmalar nispi temsil sistemini temsilde adaletsizliğe neden olacak şekilde bozmaktadır. Türkiye’nin 1982’den bu yana geçirdiği tecrübe bu tezi doğrulamaktadır.

Gerçekten de Türkiye örneğinde de görüldüğü üzere milletvekili seçimlerinde ülke genelinde oyların yaklaşık üçte birini alan siyasi parti mecliste üstün bir sandalye çoğunluğu edinebilmekte; toplamda iktidara göre daha fazla oy sahibi olan geniş halk kitleleri yasama ve yürütmede ağırlığına uygun ve orantılı olarak temsil edilememektedir.

Kalıcı bir çözüme kavuşturulması oldukça zor olan bu gerekçesi kendini tekzip eden iç çelişki durumu, başka bir deyişle “paradoks” Anayasa m. 66(6)’da “temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkesi” olarak da ifadesini bulmuştur. Anayasa’da yer bulmuş olsa da görmemiz gereken gerçek; seçim, siyasi partiler, yerel yönetimler ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına ilişkin kanunlarda yönetimde istikrara ağırlık verilerek temsilde adaletten taviz verildiği, bunun da çoğulculuğu önlediği, siyasi ve mesleki alanda kutuplaşmaya zemin hazırladığıdır.